Müzikle Terapi ve Kanser Tedavisi

Müzikle Terapi ve Kanser Tedavisi
Müzik; seslerin organize edilmesi ile oluşan, işitsel iletişim sağlayan soyut bir sanat şekli olmakla birlikte insanlar üzerinde çok güçlü bir etki bırakmaktadır (171). Çok çeşitli tonlardan ve ritimlerden oluşan müzikle birlikte insanların duygu ve düşünceleri anında harekete geçmektedir.
Müzikle tedavi, müziğin bu etkilerinden yola çıkılarak uygulanmaya başlamış sanat terapisidir. Ruhsal ve fizyolojik sorunu olan kişilerin çeşitli tonlarda ve ritimlerde sesler kullanılarak bir uzman eşliğinde sağlıklarına kavuşturulması ve bunun devamının sağlanması için uygulanan sistemli tedavi şekline “müzik terapisi” denilmektedir . Afrika, Amerika, Asya, Avrupa ve Türkler tarafından kullanıldığı bilinen çok eski zamanlardan günümüze kadar uygulanmaya devam edilen bir tedavi şeklidir .
İlk kullanıcılarının ilkel kabileler olduğu bilinmekle birlikte birçok medeniyet tarafından kullanılmış bir tedavi şeklidir. İlkel kabilelerde kötü ruh ve cinler tarafından olduğuna inanılan hastalığın tedavisinde ayinler düzenlenip sert, yumuşak, yavaş vb. çeşitli müzikler kullanıldığı bilinmektedir (95,173,174). Günümüzde Afrika, Sudan gibi ülkelerde hala bu tarz ayinler uygulanmaktadır (174). Türklerde tedavi amacıyla kullanılmaya ilk olarak İslamiyet Öncesi dönemde başlanmış, ciddi anlamda tedavide kullanımının ise Selçuklular ve Osmanlılar döneminde görülmüştür (95,173).
Günümüzde birçok alanda müziğin etkileri üzerinde çalışma yapılmaktadır. Doğru seçim müzikler ile yapılmış çalışmalar sonucunda; yoğun bakım hastalarının ağrı ve anksiyete durumlarının, kan basınçlarının azaldığı ve kalp atışlarının yavaşladığı (175,176), yeni doğan bebeklerin beyinlerinin sağ bölümünün fonksiyonel özelliklerin arttığı (177), yeni doğan yoğun bakım ünitesinde kalan düşük ağırlıklı bebeklerin streslerinin azaldığı, kilo alımlarının arttığı bunun sonucunda yoğun bakım ünitesinde kalış sürelerinin kısaldığı (178), kanser hastalarının durumluluk kaygı düzeylerinin azaldığı ( 179) bildirilmiştir.
Müzik, yaşamın her alanında her yaştan insanı etkilemektedir. Anne karnında müzik dinletilen bebeklere doğumdan sonra aynı müzik dinletildiğinde kalp atışlarında yavaşlama ve sakinleşme görülmesi (180) bunu doğrulamaktadır. Ayrıca yaşlı insanların kendilerine olan güvenlerinin gelmesine ve kendi öz bakımlarını ve ihtiyaçlarını kendilerinin karşılamalarına yardımcı olmaktadır (172). Yener’in (172) belirttiğine göre küçük yaşlarda müzik enstrumanı çalan çocukların ileri yaşlarda matematik ve okuma alanlarında daha başarılı ve IQ oranların da daha yüksek olduğu tespit edilmiştir.

Aroma Terapi ve Kanser Tedavisi

Aroma Terapi ve Kanser Tedavisi
Bitkilerin tohumlarından, yapraklarından, köklerinden, ağaçların reçinelerinden, çiçeklerden vs. elde edilen yağ esansı ile yapılan tedavi şeklidir. Tedavi, esans yapılırken oluşan buharın koklatılmasıyla uygulanmaktadır. Buhar içindeki aromatik koku ile burundaki reseptörlerin uyarılması ile tedavi sağlandığına inanılmaktadır. Koku reseptörlerinin uyarılması ile uyarının önce limbik sisteme daha sonra hipotalamustaki duyusal merkeze iletildiği ve bu saya de antibakteriyel, analjezi ve anti-enflamatuar etkinin yaratıldığı öne sürülmektedir.
Alopesi tedavisinde başarılı sonuçlar elde edilmiştir. Bunun yanı sıra öğrenme davranışlarında (166), anksiyolitik ve sedatif etki sağlamada (167,168), ileri evre demans hastalarının tedavisinde (169), immünolojik ve psikolojik (170) faydaları olduğu çalışmalarla kanıtlanmıştır. Aromaterapide kullanılan yağların kesinlikle ağız yoluyla kullanılmaması önerilmektedir.

Homeopati ve Kanser Tedavisi

Homeopati ve Kanser Tedavisi
Samuel Hahnemann Christian tarafından yaklaşık 200 yıl önce Almanya’da geliştirilmiş ve 19. yüzyılda Amerika’da da kullanılmaya başlanmış bir yöntemdir. “Homeo” benzer ve “pati” acı/hastalık anlamına gelmektedir. Çeşitli maddelerin çok az dozlarda fazla dilüe edilerek hastalara verilmesine dayalı bir sistemdir. Tedavide ki amaç; vücuda verilen maddeler ile kişinin kendi kendini iyileştirmesi için uyarılmasını sağlamaktır, çünkü insan vücudunun kendi kendini iyileştirme gücü vardır.
Alman Doktor Hahneman yaptığı araştırmalar sonucunda sağlıklı kişide hastalığa sebep olan maddelerin hasta kişilerde iyileştirme sağlayacağı görüşünü savunmuştur (87). Bu görüş sonunda oluşturulan sağlık sistemin iki temel prensibi vardır. Birincisi “benzeri benzer ile tedavi etmek” ya da benzerlerinden faydalanmaktır. İkinci prensip ise çok küçük dozların fazla dilüe edilip iyice eritilerek verilmesini sağlamaktır (3). Uykusuzluk sorunu yaşamakta olan bir hastaya homeopatik dozda kahve verilerek bu hastanın tedavi edilmesi buna bir örnektir.
Her insanın özelliği birbirinden farklı olması nedeniyle bazı maddeler bazı insanlarda etki oluştururken bazı insanlara hiç etki etmeyebilmektedir. Bu doğrultuda homeopatik tedaviye başlanmadan önce hastalıktan çok hastaya odaklanılmasını öngörür. Homeopatik ilaçlarda bitkiler, mineraller ve hayvansal olmak üzere doğal maddeler kullanılmaktadır. Bu sistemin birçok kronik hastalıkta kullanılabileceği söylenmesine karşın etkisi ve güvenliği ile ilgili yapılan yeterli çalışma bulunmamaktadır

Naturopati ve Kanser Tedavisi

Naturopati ve Kanser Tedavisi
Almanya’dan köken almış natural tıp olarakta bilinen bu sistem 20.yüzyılın başlarında Amerika’da da kullanılmaya başlanmıştır. Günümüzde Amerika, Avusturalya, Kanada, Yeni Zelanda, Avrupa, Almanya ve İngiltere başta olmak üzere birçok ülkede uygulanmaktadır
Bu sistemin temel felsefesi insan vücudunun iyileştirici gücü olduğuna ve hastalıkla tek başına mücadele edebileceğine dayanır. Yunanca ve Latince anlamı “doğa hastalığı” olan kelimeden köken almıştır. Uygulayıcılar vücudun iyileştirme gücünü arttırmak için bitkisel ilaçları, diyet değişikliklerini, egzersiz, homeopati, hidroterapi ve masaj gibi doğal olan uygulamaları önermektedirler (3,88). Tedavi sisteminin altı ana prensibi mevcuttur. Bunlar;
Tedaviden önce zarar vermeme,
Doğanın iyileştirici gücü,
Hastalığın nedenini anlama ve tedavi etme,
Öğretmen olarak hekim,
Hastayı bir bütün olarak tedavi etme,
Önlem
Literatürde, naturopatinin diyabetli hastaların kan şekerlerini düşürmede yogadan daha etkin olduğu bildirilmiş (148), kronik bel ağrılı hastalarda etkililiği kanıtlanmıştır (149). Doğal olan her şey her zaman yararlı olmadığından naturopati eğitim almış kişiler tarafından yapılması gerektiği bilinmektedir.

Ayuverdik Tip ve Kanser Tedavisi

Ayurvedik Tıp ve Kanser Tedavisi
Ayurvedik tıp; ayurveda olarak bilinen binlerce yıllık bir geçmişe sahip Hindistan’a özgü bir sağlık sistemidir. “Ayur” yaşam ve “veda” bilim anlamına gelen kelimelerden oluşur. “Yaşam bilimi” veya “uzun yaşamın bilimi” anlamına gelen bu tedavi sisteminde hastalığı önleme, sağlığı koruma ve tedavi etme ön plandadır. Amaç; beden, zihin ve ruhu dengede tutarak bütüncüllüğü sağlamaktır. Çünkü beden, akıl ve ruh denge içinde olduğunda yani kişi mutlu ve sağlıklı olduğunda hastalıkların önlendiği düşünülmektedir. Bu sistemi anlatan en eski kitap olan Charaka Samhita’da da yaşamın bu denge üzerinde durduğu, yaşamı dengede tutan bu faktörlerin kişiyi ölümden uzaklaştırarak bedenini ayakta tuttuğu ve yeniden doğuş için rehberlik ettiğinden bahsedilmektedir (142).
Ayurvedik tıp sistemi genel olarak bitkiler, masaj vb. terapiler ve özel diyetlerden oluşan bir sistemdir. Kişinin beslenme ve yaşam şekli değiştirilerek vücudundaki yabancı maddelerinden arındırılmakta ve denge sağlanmaktadır
Ancak, literatürde ayuverdik tıp adına kullanılan bazı bitkilerin ağır metal, kurşun, cıva ve arsenik içerdiği tespit edilmiştir (144). Bu maddelere bağlı çocuk ve ergenlerin zehirlendiği, çocukların IQ seviyelerinin düştüğü, kan basınçlarının yükseldiği bildirilmiştir

Akupunktur ve Kanser Tedavisi

Akupunktur ve Kanser Tedavisi
Akupunktur yaklaşık 5000 yıldır kullanılan geleneksel Çin Tıbbının bir parçası olmakla birlikte; ABD’de 200 yıldır kullanılan bilimsel bir tedavi olduğu kanıtlanmış bir TAT yöntemidir (3,11,133). Kelime anlamı olarak Latince’de batırma/delme ve iğne anlamına gelmektedir (79,134). Vücudun belirli bölgelerindeki otonom ve periferal sinirlerin geçtiği deri ve deri altındaki kas dokusuna iğne batırılarak uygulanmaktadır. Bu işlemin iğne batırılmadan el ile bası uygulanarak yapılmasına ise akupresür denmektedir
Akapunkturun etki mekanizması ile ilgili çeşitli hipotezler bulunmakla birlikte genel olarak iğnelerin batırılması ile sinir boşluklarındaki opioid reseptörler uyarılarak uyarıların beynin gri cevher bölgesine iletilmesi sağlanmaktadır. Beyinden gelen geri yanıt ile ağrıdan sorumlu endorfin, enkefalin ve dyorfin salımı sağlanarak analjezik etki, histamin salınımı ile antienflamatuvar etki oluşturulmaktadır Uygulamada kullanılan iğneler altın, gümüş ve çeliktir.
Geleneksel Çin tedavisinde insan vücudunun negatif ve pozitif (yin-yan) kutuplar arasındaki enerji akışı ile dengede tutulduğuna inanılmaktadır. Bu güç insana verilen hayat enerjisidir ve buna Qi denmektedir. Hayat enerjisi vücutta var olduğuna inanılan meridyenler aracılığı ile dolanmakta, meridyenler hasara uğradığında enerji akışı sağlanamamaktadır. Bu durumda negatif ve pozitif denge bozulmakta ve kişi hastalanmaktadır. Akupunktur ile enerji akışını bozan engel ortadan kaldırılarak negatif ve pozitif denge sağlanmakta, meridyenler arası enerji akımı sağlanarak kişi iyileştirildiğine inanmaktadır .
Akupunkturun bulantı ve kusma semptomlarına (139), sırt ve omuz ağrılarına (140) , osteoartrit ve diz ağrılarına (141) iyi geldiği bildirilmiştir. ABD’de yapılan bir araştırmaya göre 3.1 milyon yetişkinin yanı sıra 150000 çocuk akupunktur kullanmıştır.
Ayrıca 2002 ile 2007 yılları arasında kullanıcı sayısının 1 milyon kişi kadar artış gösterdiği belirtilmiştir. ABD’de 1996 yılında Gıda ve İlaç dairesi akupunktur iğnelerini tıbbı cihaz olarak onaylamış ve bilirkişi tarafından yapılması, iğnelerin tek kullanımlık, steril ve toksik olmayan etiket taşıması gerektiği konusunda kurallar getirmiştir

Tamamlayici ve Alternatif Tedavilerin Siniflandirilmasi

Tamamlayıcı ve Alternatif Tedavi Sınıflandırılması
Tamamlayıcı ve alternatif tedaviler farklı kategorilerde farklı yöntemlerden oluşmaktadırlar. Tamamlayıcı ve alternatif tedavilerin daha kolay anlaşılması için Ulusal Tamamlayıcı ve Alternatif Tedavi Merkezi (National Center for Complementary
Bu sınıflandırma;
Alternatif tıp Sistemleri
Akupunktur
Ayurvedik tıp
Geleneksel Çin tıbbı
Naturopati
Homeopati
Zihin-beden tıbbı
Zihin-beden sistemleri
Zihin-beden metodları (yoga gibi)
Dinsel ve spirituel iyileşme
Sosyal alanlar (holistik hemşirelik gibi)
Biyolojiye dayalı tedaviler
Bitkiler
Özel diyet tedavileri
Farmakolojik, biyolojik girişimler
Manipülatif ve bedene Dayalı Sistemler
Şiropraktör
Masaj
Osteopati
Hidroterapi
Enerji terapileri
Biyoalan
Terapötik dokunma
Refleksoloji
Biyoelektromagnetikler
Tıbbi amaçlar için elektromagnetik alanların kullanımıdır.

Dunyada Tamamlayici ve Alternativf Kanser Tedavisi

Dünya’da Tamamlayıcı ve Alternatif Tedavi Kullanımı
Dünya’da TAT, yüzyıllardır kullanıldığı bilinmektedir. Tamamlayıcı ve alternatif tedavilerin kullanımı bireyin eğitim durumu, bağlı olduğu etnik grup, yaşı, yaşadığı bölge, sosyoekonomik durumu, dini inancı, sağlık durumu ve cinsiyeti gibi faktörlere bağlı olarak değişmektedir (86,87,90,97,98,101). Tamamlayıcı ve alternatif tedavinin kullanımını etkileyen bu faktörler doğrultusunda dünyada yapılan birçok araştırma sonucuna göre her geçen gün TAT kullanımının artış gösterdiği, kullanım oranının tüm dünyada %9-65 arasında değiştiği bildirilmiştir (96). ABD’de TAT kullanım oranı 1990 yılında %33.8,1997 yılında %42.1 (102) iken 2002 yılında sadece bitkisel tedavi kullanım oranı %57.3 (103) olarak tespit edilmiştir.
Ulusal Sağlık İstatistikleri Merkezi (NHIS) raporuna göre ABD’de 2002-2007 yılları arasında her 10 yetişkinden dördü TAT kullanmaktadır (88). Gelişmiş ülkelerden Avustralya’da %52.1 (104), Fransa’da %49.3, Kanada’da %70,4 kullanım oranı görülürken gelişmekte olan ülkelerdeki kullanım ise; Şili de %71, Çin’de % 70, Kolombiya’da %40 ve Afrika ülkelerinde %80’dir.
Dünya’da Kanser Hastalarında Tamamlayıcı ve Alternatif Tedavi Kullanımı
Diğer birçok kronik hastalıkta olduğu gibi kanser hastalarında da TAT kullanım oranı yaygındır. 1998 yılında dünyada kanser hastalarının TAT kullanımı %7-64 arasında değiştiği ortalama %31.4 olduğu belirlenmiştir (97). 2005 yılında yapılan başka bir çalışmada TAT kullanımının %14.8-73.1 arasında değiştiği, ortalamanın %35.9’a yükseldiği tespit edilmiştir (106). ABD’de TAT kullanımı %83,3 oranındadır.

Kanserin Tamamlayici ve Alternatif Tedavisi

Kanserin Tamamlayıcı ve Alternatif Tedavisi
Tamamlayıcı tedavi ve alternatif tedavi birbirlerinden çok farklı kavramlar olmasına karşın genelde bir arada kullanılmaktadır. Alternatif tedaviler, genelde konvansiyonel (geçerliliği kabul edilmiş, üzerinde uzlaşılmış) tedaviler yerine geçebilen tedavileri tanımlarken, tamamlayıcı tedaviler ise konvansiyonel ya da alternatif tedavilere ek olarak verilen/tamamlayan tedavilerdir. Bu bağlamda tamamlayıcı ve alternatif tedaviler modern ve bilimsel tedaviler dışında kalan, modern tıbbın paralelinde uygulanan, destek amaçlı yapılan uygulamalardır (6,79). Birleşmiş Milletler Ulusal Sağlık Enstitüsü tamamlayıcı ve alternatif tıp’ı belirli bir zaman diliminde belli bir toplum veya kültürdeki politik olarak baskın olan sağlık sisteminin dışında kalan bütün sağlık hizmetlerini, yöntemlerini, uygulamalarını ve bunlara eşlik eden teori ve inançları kapsayan geniş bir sağlık alanı olarak tanımlamıştır .
Tamamlayıcı ve Alternatif Tedavilerin Kullanım Amaçları ve Özellikleri
Tamamlayıcı ve alternatif tedavilerin genel olarak kullanım amaçları; tedaviye destek olmak, yaşam kalitesini geliştirmek, ilaçların yan etkilerini azaltmak, immün sistemi güçlendirmek, hastalık sürecini gerileterek potansiyel bir kür sağlamak, hastalığın yeniden oluşmasını önlemek, kanseri önlemek, kendini iyi hissetmek, konvansiyonel tedavi yerine kullanmak, ağrıyı azaltmak, stres ve anksiyeteyi azaltmak, uykuyu sağlamak, fiziksel ve psikolojik destek sağlamak ve hatta kaliteli ölümü sağlamaktır. Farklı amaçlar için kullanılan tamamlayıcı ve alternatif tedavilerin ortak özellikleri;
Tinsel boyutları vardır,
Çoğu invaziv değildirler,
Kolay kabul görürler,
Ulaşılmaları daha kolaydır,
Daha ucuzdurlar,
Kemoterapinin yan etkilerini azaltırlar,
Doğaldırlar,
Yan etkileri daha azdır,
Hastalar tedavilerinde etkin rol alabiliyorlar,
Hastalara daha çok vakit ayrılmasını sağlarlar.
Tamamlayıcı ve alternatif tedaviler çeşitli nedenlerle kullanılmalarına ve son yıllarda önem kazanmalarına rağmen yıllardır çeşitli tamamlayıcı ve alternatif yöntemlerin kullanıldığı bilinmektedir.

Kanserin Cerrahi Tedavisi

Kanserin Cerrahi Tedavisi
Kanser tedavisinde kullanılan ilk yöntem olmakla birlikle ilk kullanımı 19. yüzyılda olmuştur. Tek başına da kullanılabilir bir yöntem olmasına karşın ilerlemiş tümörlerde yeterli bir tedavi olmayabilmektedir. Tanı koymak amacı ile yapılan biyopsilerde cerrahi tedavinin bir basamağını oluşturmaktadır. Bunun dışındaki kullanım amaçları;
Primer olarak tümörü çıkartmak, Total kanser hücrelerini azaltmak ve Palyatif olarak semptomları azaltmaktır.
Cerrahi tedavi, yavaş büyüyen ve lokal olarak sınırlı solid tümörler için en uygun tedavidir.
İmmünoterapi
Çok karmaşık ve güçlü bir sistem olan immün sistemde anti-tümör yanıttan sorumlu makrofajlar, B ve T lenfositler, naturel killer hücreler ve dentrik hücreler bulunmaktadır. Her hücrenin farklı bir görevi olmasına rağmen anti-tümör yanıtta major etkiyi CD4 ve CD8 T-lenfositleri yapmaktadırlar. Her hücreye özgü antijenin olması ile normal hücreler ve anormal hücreler birbirinden ayırt edilmekte ve bu doğrultuda immün sistem devreye girmektedir. Ancak tümörlere özgün antijenlerin birçoğunun normal hücrelerde de olması, immün sistemin hasara uğraması gibi nedenlerden dolayı tümör hücrelerinin oluşmaları engellenememektedir.
İmmün sistemin anti-tümör etkisinin farkedilmesi ile yirminci yüzyılda kanser tedavisinde immünoterapi tedavisi kullanılmaya başlanmıştır. İmmünoterapide amaç immün sistemi güçlendirmek, yeniden immün yanıt oluşturmak ve tümör hücrelerine karşı bağışıklığı arttırmaktır. En çok bilinen ve kullanılan immünterapi BCG aşısıdır. Aşının tam olarak nasıl etki ettiği bilinmemsine karşın immün sistemi aktive edip anti-tümör etki yaratmasından dolayı aktif bir immünoterapi olarak kullanılmaktadır. Biyoterapi ile aynı anlama gelen immünoterapi, ya kemoterapi sonrası baskılanan immün sistemi desteklemek amacı ile kemoterapi ile birlikte ya da anti-tümör etkisi nedeni ile tek başına kullanılabilen bir yöntemdir. Uygulama yerinde kızarıklık, hassasiyet, yorgunluk ve çok nadir olarak aşırı hassasiyet görülebilmektedir.

Kemoterapi ve Kanser Tedavisi

Kanser görülme oranları yıllar içinde artış gösterirken, teknolojik ve tıbbi gelişmeler sayesinde tedavi ile beş yıllık sağ kalım oranları artmaktadır. ABD’de 2001­2007 yılı 0-19 yaş çocuk kanser hastalarında beş yıllık sağ kalım oranları % 80.5’e, Türkiye’de ise %65.3’e yükselmiştir. Günümüzde kanser tedavisinde kemoterapi, radyoterapi, cerrahi tedavi, immünoterapi (biyoterapi), hedeflenmiş tedaviler, hematopoetik kök hücre nakli kullanılmaktadır. Bu tedavi yöntemlerine ek olarak, son zamanlarda yapılan araştırmalar, tamamlayıcı ve alternatif tedavilerin de çeşitli nedenlerden dolayı kanser hastaları tarafından kullanıldıklarını göstermektedir
Kemoterapi Hastalığı
Çocukluk çağı kanserlerinde en önemli tedavi şeklini oluşturan kemoterapi tedavisi 1940’lı yılların başında bulunmuş ve kanser hastalığında kullanılmaya başlanmıştır. Kemoterapi tedavisinde amaç; primer olarak tümör hücrelerini azaltmak, remisyonu sağlamak, cerrahi ve radyoterapiye destek olmak, metastazları en aza indirmek ve kontrol altına almaktır
Kemoterapi ilaçları, hızlı çoğalan hücreleri hedef alan doğal, sentetik, biyolojik ve hormonal ajanları içermekte ve hücrelerin DNA ve RNA sentezini bozarak etki göstermektedirler. Etki durumlarına göre iki gruba ayrılmaktadırlar. Bir kısmı etkisini hücre siklusuna bağımlı olarak gösterirken diğer grup hücre siklusuna bağımlı kalmadan etki etmektedir. Daha etkin olmaları için çocuklarda kombine şekilde ve yüksek dozlarda da kullanılabilmektedirler. Ancak tümör hücrelerine karşı seçici etkileri olmadığından tüm hızlı bölünebilen (saç, gastrointestinal sistem hücreleri vb.) normal hücreleri de etkilemektedirler. Bu nedenle toksik etkilerine sık rastlanılmaktadır
 Kemoterapiye Bağlı Sık Görülen Semptomlar
Tedavi amacıyla klinikte yatan çocukların büyük çoğunluğu kemoterapi ve radyoterapi tedavisi almaktadır. Bu tedavilerin, neoplazik hücrelerin yanı sıra hızlı bölünme özelliği gösteren normal hücrelere de etki etmeleri sonucunda istenmeyen semptomlar ortaya çıkmaktadır. En çok karşılaşılan semptomlar; saç dökülmesi, mukozit, diyare, konstipasyon, bulantı/kusma, iştahsızlık, tat değişikliği, halsizlik/yorgunluk, beyaz küre düşüklüğü, uykusuzluk, kaygı/sinirlilik, içe kapanma ve ağrıdır.
Kemoterapi tedavisinde Saç neden dökülür
Kemoterapi tedavisinin en bilinen ve istenmedik yan etkisi saç dökülmesidir. Hayati bir önemi olmamasına karşın beden imajı bozulmasına ve kişinin psikolojik olarak sıkıntı yaşamasına neden olmaktadır. Saç dökülmesini engelleyici bir tedavi henüz bulunmamaktadır. Alınan ilaç ve tedavi dozuna bağlı olarak genelde tedavinin 2­4 haftalarında saç dökülmeye başlamakta ve tedavinin bitiminden 1 -2 ay sonrasında saçlar tekrar çıkmaktadır.
Mukozit
Hastaların %70-80’inde görülebilen, kemoterapik ajanların kullanılmasına bağlı olarak ağız boşluğundaki epitelyum hücrelerinin yenilenmesinin durmasıyla oluşan inflamutar ve ülseratif süreçtir. Mukozit, GİS boyunca ağrı, kuruluk, yanma, tat değişikliği, konuşma ve beslenme güçlüğü ve dehidretasyon gibi yan etkilere neden olmakta, hatta bazı hastalarda mukozite bağlı depresyon görülebilmektedir. Her hastada farklı derecelerde görülmekle birlikte bazı durumlarda hastaneye yatışa neden olabilmektedir. Tedavinin 5-8. günlerinde görülmeye başlayıp 6-12. günlerde en üst düzeye ulaşmaktadır. Mukoziti önleyici herhangi bir tedavi olmamakla birlikte düzenli olarak ağız bakımı önerilmektedir. Mukozite bağlı oral enfeksiyona bağlı sistemik enfeksiyon gelişme riski vardır. Bu nedenle mukozite yakından takip ve tedavi gerektiren ciddi bir yan etkidir.
Bağırsak hareketlerinin artmasına bağlı olarak günlük dışkılama sayısının üçün üstüne, dışkı miktarının 200 gr’ın üstüne çıkarak sıvı miktarının %80 artması ile oluşan ve dehidratasyona neden olan ciddi bir semptomdur (34). Kemoterapin nörotoksik etkisi ve aşırı hidrasyon sonucu gelişebilir. Sıvı ve elektrolit kaybına neden olduğu gibi hastanın rahatının bozulması, malnütrisyon, stres, sürekli sıvı kaybına bağlı olarak yorgunluğa ve sosyal ilişkilerinin bozulmasına neden olabilmektedir .

Cocukluk Cagi Kanser Epidemiyolojisi

Dünyada ve Türkiye’de Çocukluk Çağı Kanser Epidemiyolojisi


Cocukluk Cagi Kanser Epidemiyolojisi

Çocuklarda kanser görülme oranı erişkinlere oranla daha düşük olup tüm kanserlerin %0.5’ ini çocukluk çağı kanserleri oluşturmaktadır. Dünyada her yıl 160000 çocuk yeni kanser tanısı almaktadır (19). İstatistik kayıtlarında 2001-2008 yılları arasında 0-19 yaş çocuklarda tüm kanserlerin görülme hızı milyonda 166.0, 2004-2008 yılları arasında ise milyonda 184.2’dir (17). Amerika’da 2007-2008 yılları arasında ilk kez tanı alan 179.963 çocuğa kanser kaydı yapılmıştır.

Dünyadaki çocuk kanser türleri için 1996 yılında Uluslararası çocukluk çağı kanser sınıflanması (ICCC) yapılmıştır. Bu sınıflamaya göre ABD’de 2004-2008 yılları arasında lösemiler milyonda 52.2, lenfoma ve retiküloendotelyal neoplazmlar milyonda santral sinir sistemi ve çeşitli intrakranial ve intraspinal neoplazmlar milyonda 42.0, nöroblastoma ve diğer periperik sinir hücreli tümörler milyonda 7.8, retinoblastom milyonda 3.1 oranında görülmektedir ). Dünyada çocukluk çağı ölüm sıralamasında ikinci sırada yer alan kanser Türkiye’de dördüncü sırada yer almaktadır

Türkiye’de çocuk kanser vakalarının kaydı 2002 yılından itibaren düzenli olarak tutulmaya başlanmıştır. Türk Pediatrik Onkoloji ve Türk Pediatrik Hematoloji derneklerinin tuttukları kayıtlara göre 2002-2009 yılları arasında 12087 yeni çocuk kanser vakası, 2009-2011 yılları arasında ise 4042 yeni çocuk kanser vakası kaydı yapılmıştır (19,20). Uluslararası çocukluk çağı kanser sınıflamasına göre Türkiye’de 2009-2011 yıllarında; lösemiler, miyeloproliferatif hastalıklar ve miyelodisplazik hastalıklar %27.2, lenfomalar ve retiküloendotelyal neoplazmlar %18.9, santral sinir sistemi ve çeşitli intrakranial ve intraspinal neoplazmlar %13.5, nöroblastoma ve diğer periperik sinir hücreli tümörler %7.5, retinoblastom %3.5 olarak görülmektedir.

Sitokin Nedir Sitokinler Hakkinda Bilgiler

Sitokin Nedir, Sitokinler Hakkında Bilgiler
Sitokinler; doğal ve çok özel immün yanıt oluşumunda rol oynayan, immün sistem hücrelerinin karşılıklı ilişkilerini düzenleyen çözünür peptid ve glikoprotein yapısında maddelerdir. Bunlar, lenfositler tarafından salgılandıkları zaman lenfokinler, monosit ve makrofajlar tarafından salgılandığında ise monokinler, lökositler tarafından salgılandıkları zaman ise interlökin olarak adlandırılmaktadır.
Hücreler arası sinyal proteini olan sitokinler, immün ve inflamatuar yanıt oluşumu, hematopoez ve yara iyileşmesi gibi farklı birçok biyolojik olayın düzenlenmesinde rol alırlar. Değişik uyarılara cevap olarak salınan sitokinlerin, hedef hücrelerin büyüme, farklılaşma, aktivasyon ve doku onarımında önemli biyolojik rolleri vardır.
İmmün ve inflamatuar olaylara katılan hücrelerin etkinliklerinin arttırılması, uyarılması sitokinler aracılığı ile olur. Bazı dokularda birbirleriyle aynı etkili olabilen sitokinler, başka dokularda zıt etki de gösterebilmekte ve birbirlerini inhibe edebilmektedirler. Sitokinler, hücrelerin çevresel koşullarına göre farklı etkiler gösterebilmektedir. Bir sitokin değişik tip hücreler tarafından yapılabilir ve değişik tip hücreler üzerine etki gösterebilir, başka sitokinlerin sentezlenmesini uyarabilir ya da engelleyebilir. Bir sitokinin aynı hedef hücre üzerinde farklı etkileri olabilir. Birden fazla sitokin aynı etkiyi gösterebilir.
Stokinler Nelerdir
Sitokinlerin sınıflandırılması
Elgert’in aile gruplarına göre sitokinler;
İnterlökinler: IL-1a, IL-1P, IL-2, IL-3, IL-4, IL-5, IL-14, IL-15.
Kemokinler: CXC, CC, XC, CXC3
İnterferonlar: IFN-a, IFN-p, IFN-y.
Sitotoksik/immün düzenleyici/büyüme faktörleri:
TNF-a, TNF-p, TGF-p.
Koloni uyarıcı faktörler (Hematopoietik büyüme faktörleri):
Fonksiyonlarına göre sitokinler;
Doğal immüniteye aracılık edenler: Tip I interferonlar, TNF,
IL-1, IL-B, Kemokinler.
Lenfosit aktivasyonu, çoğalma ve farklılaşmasını düzenleyenler: IL-2,
IL4, TGF-p, IL-13, IL-17.
İnflamatuar yanıtı düzenleyenler: IFN-y, lenfotoksin, IL-5, IL-10, IL-12
Hematopoezi uyaranlar: C-Kit ligand (stem cell factor), IL-3, IL-7, G-
CSF, GM-CSF, M-CSF, IL-7, IL-9, IL-11
Tümör Nekroz Faktör: TNF, mononükleer fagositer hücrelerce salgılanan TNF sistemik ve bölgesel inflamasyonda rol alan temel sitokinlerden birisidir. TNF’nin aynı reseptöre bağlanan iki farklı formu vardır: TNF-a (kaşektin) ve TNF-p (lenfotoksin). İkisi arasındaki en önemli fark kaynaklandıkları hücrelerin farklı olmasıdır. TNF-a monosit/makrofaj ve Kupffer hücrelerinden, TNF-p ise aktive T lenfositlerinde yapılır. Bu ikisinin genleri 6. kromozomun kısa kolunda bulunur.
TNF-a direk antiviral etki, immünomodülatör aktivite, virüsle enfekte hücrelere sitotoksik etki ile apopitoz ve çok sayıda biyolojik fonksiyonlarla birlikte inflamasyon ve hücresel immün cevapta önemli role sahip olduğu bilinmektedir.
TNF-a’nın genel sistemik etkileri:
TNF-a, endojen pirojendir. Ateşin nedeni, hipotalamik hücrelerin aşırı prostoglandin sentezlemesidir.
TNF-a, mononükleer fagosit hücreleri ve damar endotelinden; IL-1 ve IL-6, hepatositlerden ise akut faz proteinlerinin sentezlenmesini uyarır.
TNF-a, damar endotelinin prokoagülan ve antikoagülan fonksiyonlarında değişiklikler yaparak pıhtılama sistemini aktive eder.
TNF-a, uzun süre verildiğinde kemik iliğinde kök hücre bölünmesini baskılayarak lenfopeni, immün yetmezlik ve kaşeksi gelişmesine yol açabilir.
TNF-a, osteoblastik alkalen fosfataz aktivitesini, osteoklastların kemik rezorbsiyonunu, fibroblast ve sinoviyal hücrelerin çoğalmasını uyarır.

Akut Gogus Sendromu Tedavisi

Akut Göğüs Sendromu Tedavisi
AGS, ABD (Amerika Birleşik Devletleri)’de OHH’ya bağlı en sık ölüm sebebidir. Hastaların takibi yoğun bakımda yapılmalıdır. Tedavisi; yakın takip ile sıvı verilmesi, oksijen verilmesi ve ağrının kontrol edilmesidir. Pnömoni ile ayırıcı tanı yapılıncaya kadar S. pnömonia ve M. Pnömonia’yı kapsayan geniş aralıklı antibiyotik tedavisi başlanmalıdır. Şiddetli olgularda kan nakli ile hematokrit düzeyi % 30’un üzerinde olacak şekilde kan verilmeli, parsiyel oksijen basıncı 90’ın altına düştüğünde kan değişimi yapılmalıdır.
Ağrılı Krizlerin Tedavisi
Öncelikle ağrıyı oluşturabilen faktörlerden (soğuk, asidoz, enfeksiyon, sıvı kaybı, düşük oksijen, aşırı egzersiz, psikolojik ve fiziksel stres, yüksek irtifada bulunmakdan kaçınma ve hasta eğitimi sağlanmalıdır.
Ağızdan alınan ağrı kesici ilaçlar ile kontrol altına alınabilen ve ağızdan sıvı alımının yeterli olduğu ağrılı krizler evde tedavi edilmelidir. Hastanın ağrıları parenteral tedavi gerektiriyorsa ve/veya ağızdan sıvı alamıyorsa ve birlikte hastalığın yan etkisi mevcutsa hastaneye yatırılarak izlenmelidir. Tüm hastalara yatak istirahatı önerilmelidir.
Hastaların ağrı şiddetine göre
 Hafif ağrıda; Narkotik olmayan ağrı kesici +yardımcı tedaviler
Orta şiddette ağrıda; zayıf narkotik veya düşük doz kuvvetli narkotik ± narkotik olmayan+ yardımcı tedaviler
 Şiddetli ağrıda; kuvvetli narkotik + narkotik olmayan ağrı kesici + yardımcı tedaviler önerilmelidir. (yardımcı tedaviler; trankilizanlar, laksatifler, antihistaminikler, psikoterapiden oluşmaktadır)

Orak Hucre Hastaligi Tedavisi

Orak Hücre Hastalığı Tedavisi
Günümüzde tedavi başlıca; koruyucu tedavi ve yan etkilerin tedavisi olmak üzere iki noktada yoğunlaşmaktadır. Hastalığın tedavisi kısaca şöyle özetlenebilir.
Koruyucu önlemler
Enfeksiyonların tedavisi
Transfüzyon tedavileri
Kriz ve yan etkilerin tedavisi
Hemoglonin F yapımını artıran ajanlar
Şelasyon tedavisi
Kök hücre nakli
Cerrahi tedaviye hazırlık
Koruyucu Önlemler
Damar içi oraklaşmayı önleyecek güvenli bir tedavi bulunana kadar yan etkileri önlemeye ve geciktirmeye çalışmak, tedavinin önemli bir yönünü oluşturur. Ateş, sıvı kaybı, asidoz, oksijenlenme azlığı ve soğuk ağrılı krizleri aktive ettiğinden dolayı bu durumların önlenmesi gerekir.
Özellikle ateşli hastalık döneminde, idrar miktarı ve hesaplanamayan kayıplar göz önünde bulundurularak sıvı desteği sağlanmalıdır.
Folik aside her zaman ihtiyaç olduğundan, folik asit ilaçları düzenli şekilde kullanılmalıdır.
Enfeksiyonların tedavisi
OHH’lı hastalarda ateş ve enfeksiyonlar hastaneye en sık başvuru nedenleri arasında yer almaktadır. Ateşi olan her OHH’lı hasta enfeksiyon yönünden ayrıntılı olarak değerlendirilmeli ve enfeksiyon varlığı dışlanana kadar parenteral geniş aralıklı 3. kuşak sefalosporinlerle (seftriakson) tedavi edilmelidir. Ateşi olan her OHH’lı hasta acil olarak kabul edilmeli ve Tablo’da ki bulguları olan hastalar da hastaneye yatırılarak tedavi edilmelidir. Her hastaya tanıdan itibaren penisilin profilaksisi başlanmalı, pnömokok ve H. influenza aşılarının yapılması önerilmelidir. Protein konjüge pnömokok aşısı sağlıklı çocuklarda olduğu gibi OHH’lı hastalara 2, 4, 6 ve 12-15. aylarda önerilmeli, bebek 24 aylık olduğunda ise tek doz 23 valanlı pnömokok aşısı yapılmalıdır. Ayrıca her 3-5 yılda bir bu aşının tekrarı önerilmelidir.

Orak Hucre Hastaligi Tanisi

Orak Hücre Hastalığı Tanısı
Hastanın öyküsünden etnik köken, geldiği yöre, aile öyküsü, yakınmalarının başlangıç zamanı ve tetikleyen etkenler değerlendirilmelidir. Bebeklik döneminde HbS oranı artıp HbF düştükçe OHH bulguları ortaya çıkmaya başlar. Fizik muayenede solukluk, sarılık, dalak büyüklüğü, enfeksiyon bulguları, organ ve iskelet sistemindeki şekil bozuklukları değerlendirilmelidir.
OHH’daki hemolitik anemi; hematokrit, Hb ve eritrosit düzeylerinde hafif ve orta düzeye kadar düşmeye yol açar. Bazal Hb düzeyi 6-9 gr/dl iken retikülositlerin oranı %3-15 arasındadır. Haptoglobulin düzeyleri de düşmüştür. OHH’da eritrosit ömrü kısalmışken (yaklaşık on gün) eritrosit üretimi 4-5 kat artmıştır. Lökosit sayısı artabilir (12000-20000/mm3). Trombosit sayısı yüksek, sedimentasyon hızı düşüktür. Karaciğer fonksiyon testlerinde bozulma, bilirubin yüksekliği ve hipergamaglobinemi görülebilir.
Periferik yayma orak şekilli hücrelerin görülmesine imkan verdiği için değerlidir. OHH’nın periferik kan yayma bulguları çeşitlidir; yaymada orak hücrelerin yanı sıra polikromazi, hedef hücreler, dalak fonksiyon bozukluğunu gösteren Howell-Jolly Cisimcikleri ve mikrositoz görülebilir. Eritrositler talasemi ve demir eksikliği eşlik etmedikçe normokromdur
Periferik yaymada 3. ayın sonunda GDO hücreleri belirmeye başlar ve 4. ayda hemolitik anemi ortaya çıkar. Bu dönemde yapılan hemoglobin elektroforezi, çözünürlük testi ve periferik yayma tanı koymaya yardımcı olabilir Daha ileri yaşlardaki çocuklar ve yetişkinlerde amaç taşıyıcı veya hasta olanların ayrılmasıdır.
Oraklaşma testi (diğer adıyla metabisülfit çözünürlük testi veya quick testi) ile HbS olduğu gösterilebilir ancak bu test ile HbSS, HbAS, HbS-p talasemi ve HbSC ayırt edilemez. Bu nedenle tanı için hb elektroforezi gereklidir.

Orak Hucre Hastaligi Gorulme Sikligi

Orak Hücre Hastalığı Görülme Sıklığı ve Coğrafi Dağılım
Yapılan çalışmalarda bugüne kadar 700 anormal hemoglobin tanımlanmış olup bunlardan yaklaşık 2/3’ünün klinik olarak önemli olduğu gösterilmiştir. Dünyada hemoglobinopatilerin sıklığının % 5,1 olduğu tahmin edilmektedir. Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nde yenidoğan siyahi bebeklerde orak hücre taşıyıcılığı % 8-10 iken; Batı Afrika’da oran % 25-30’a kadar çıkmaktadır. Afrika’da her yıl OHH olan ortalama 120.000 bebek dünyaya gelmektedir. Bir halk sağlığı sorunu olan anormal hemoglobinlerin başlıcaları HbS, HbE, HbD, HbC ve Hb-Arab’dır.
Orak hücre mutasyonunun oluşması ve hastalığın malaryaya karşı sağladığı koruma, hastalığın dünyadaki dağılımını belirleyen iki önemli faktördür. HbS heterozigot bireylerin Plasmodium falciparum malarya parazitine karşı, HbA taşıyanlardan daha dirençli olduğu ve bu bireylerde hastalığın daha hafif seyrettiği saptanmıştır. Bu durum biyolojik direnç ve çevre arasındaki ilişkiye bir örnek olup dengelenmiş polimorfizm olarak bilinir. Malaryanın oldukça yaygın olduğu Orta Afrika, OHH’nın en sık görüldüğü bölgelerden biridir. Karaibler, Orta ve Güney Amerika, Akdeniz Bölgesi (Türkiye ve Yunanistan’ı içine alan), Ortadoğu ve Hindistan hastalığın sık görüldüğü bölgelerdir
Ülkemizde yapılan tarama çalışmaları; OHH’nın bazı bölgelerde daha sık olduğunu göstermektedir. Çukurova Bölgesi, OHH’nın en sık bulunduğu yöredir. HbS özellikle Eti-Türkü olarak adlandırılan etnik grupta yüksek olarak bulunmaktadır. Sağlık Bakanlığı ve Ulusal Hemoglobinopati Konseyi’nin verilerine göre taşıyıcı sıklığının Adana’da % 10, Antakya’da % 10,5, Mersin’de % 13,6 ve ülkemizdeki toplam OHH olan kişi sayısının yaklaşık 1200 civarında olduğu belirtilmiştir. Ayrıca hastalığın Antalya’da % 2,5, Diyarbakır’da % 0,5, Muğla’da % 0,5 sıklıkta görüldüğü bildirilmiştir.

Orak Hucre Anemisi Hastaligi Nedir


Orak hücre hastalığı, kalıtımsal geçişli ve birçok sistemi etkileyen bir hastalık olup kırmızı kan hücrelerinin değişikliğe uğramış HbS içermesi nedeniyle ortaya çıkan klinik bir durumdur. Hastalığın temel özellikleri tekrarlayan ağrılı ataklar, uzun süreli hemolitik anemi, akut ve kronik süreçte organ işlev bozukluğudur.

Hemoglobin, dokulara oksijeni dağıtır ve eritrositlerin içindeki yüksek yoğunluğu eritrositin şeklini koruma ve şekil değiştirebilme yeteneğini sağlar. Normal insan hemoglobininde 4 tane polipeptid zinciri ve 4 tane hem grubu bulunur. Polipeptid zincirleri 2 tane a ve 2 tane p zincirinden oluşmaktadır. Erişkinlerde bulunan temel hemoglobin HbA’dır ve HbA2 miktarı çok azdır. Fetal hayat boyunca HbF düzeyi yüksektir ve doğumdan sonra eritrosit içindeki oranı azalır.

HbS, p globin zincirinin amino (-NH2) ucunda 6. pozisyondaki glutaminin valin aminoasidi ile yer değiştirmesiyle; baz düzeyinde GAG (Guanin-Adenin- Guanin) yerine GTG (Guanin-Timin-Guanin) gelmesiyle oluşur. Bu mutasyonun sonucu olarak oksijensiz HbS polimerize olur ve katı kristal halinde çöker. Eritrositler bikonkav disk şeklinden yarımay benzeri orak şeklini alır. Şekli bozulmuş olan hücreler özellikle küçük damarlarda tıkanıklığa yol açar.


Afrikalılar çok eski yıllardan bu yana OHH’yı farklı kabilelerde ‘’tekrarlayan ağrı’’ ya karşılık gelen değişik adlarla tarif etmişlerdir. Ganalı bir ailenin 1670 yıllarına giden soy ağacında hastalıklı bireyler tanımlanmıştır.

1904 yılında, Dr. James Herrick, kanında ‘’uzamış ve orak şekilli eritrositler’’ görülen ilk OHH vakasını bildirmiştir.

1915’de bildirilen 3. orak hücre vakasının, ebeveynlerinden birinin kanında da anormal orak hücreler gösterilmiş ve hastalığın kalıtsal olabileceği düşünülmüştür.
1927’de Hahn ve Gillespie oksijen yokluğunda oraklaşma olduğunu ve tekrar oksijen verilmesiyle eritrositlerin normal şeklini kazandığını bildirmiş ve bozukluğu eritrositlere değil, hücre içindeki Hb’ye bağlamıştır.
1939’da Diggs ve Bibb orak hücre morfolojisini detaylı bir biçimde tanımlamış, oksijenlenmeye rağmen geri dönüşsüz oraklaşmış hücrelerin var olduğunu belirtmişlerdir.
1946’da tıp fakültesi öğrencisi olan Sherman normal eritrositlerin değil, sadece orak eritrositlerin, oksijensiz bırakıldığında ‘’ışığın çift kırınım’’ özelliğini gösterdiğini keşfetmiş, böylece oksijen azlığının Hb yapısını değiştirdiğini ileri sürmüştür. Bu, orak Hb’nin, oksijensiz ortamda düzenli bir yapı kazandığına da ilk kanıttır.
1948’da Pauling ve arkadaşları, HbS’nin elektroforetik hareketliliğinin HbA’dan farklı olduğunu göstermiş ve bunu globin zincirindeki yük değişimine bağlamışlardır. Böylece OHH, bir proteindeki bozukluktan kaynaklandığı anlaşılan ‘‘ilk moleküler hastalık’’ olmuştur.
1950’de Haris; oksijensiz HbS solüsyonlarında geri dönüşümlü katı-jel değişimini tanımlayarak katı HbS polimerlerinin patolojideki rolünü açıklamıştır.
Perutz ve Mithicson; oksijensiz HbS’nin solüsyonda çözünürlüğünü kaybettiğini bildirmiştir.
1956 ‘da Ingram ve Hunt; HbS dizisini belirleyerek altıncı pozisyondaki glutamik asitin valinle yer değiştirdiğini ve her bir Hb molekülü başına iki negatif yükün kaybedildiğini bulmuşlardır. Böylece HbS’nin elektroforez ve çözünürlük bozukluklarını açıklığa kavuşturmuşlardır.
1959’da Perutz, Hb’nin 3 boyutlu yapısını tanımlamıştır.
1984 yılında lösemili bir çocuğa yapılan kemik iliği nakli sonrasında, eşlik eden OHH da tamamen iyileşmiş. Bu durumun fark edilmesi üzerine OHH’nın tedavisine yönelik kemik iliği nakli çalışmaları hız kazanmıştır.
1995 yılında Dr. Samuel Charache’ın yürüttüğü ‘’Çok Merkezli, Hidroksiüre’nin OHH’da Kullanımı’’ araştırmasıyla hidroksiüre OHH’nın yan etkilerini önleyebilen ilk ve tek ilaç olarak duyurulmuştur.

Yenidogan Bebeklerde Trombositopenilerin Tedavisi

Yenidoğan Bebeklerde Trombositopenilerin Tedavisi
Neonatal tropmbositopeni için tek spesifik tedavi trombosit transfüzyonudur. Kanama riskinin fazla olduğu yaşamın ilk haftasında trombosit sayısı <50 .000="" mm="">3
ise kanama olmasa da proflaktik olarak transfüzyon uygulanmalıdır. Sonraki haftalarda proflaktik trombosit transfüzyonu için trombosit sayısı <30 .000="" bulundu="" edilmektedir="" g="" kabul="" mm3="" n="" o:p="" oldu="" transf="" u="" unda="" uygulanmas="" ve="" venilir="" yeterli="" zyon="">

IKH, gastrointestinal hemoraji, pulmoner hemoraji, renal hemoraji gibi majör kanamaları olan hastalarda trombosit düzeyinin 100.000 /mm3’in üzerinde olması istenmektedir. Verilecek optimal doz konusunda kesin bir kanıt bulunmamakla birlikte 20ml/kg gibi daha fazla volümlerin 10 ml/kg gibi daha az volümlerle karşılaştırıldığında trombosit düzeyini daha fazla artırdığı görülmüştür. Ayrıca TPO benzeri ajanların kullanımıyla trombosit transfüzyonu sayılarının azaltılabileceğine dair görüşler de mevcuttur
Hepsinden önemlisi esas olarak altta yatan nedenin tedavi edilmesi gerekmektedir

Yenidogan Bebeklerde Trombosiopeni Nedenleri

Yenidoğan Bebeklerde Trombositopeni Nedenleri
Neonatal trombositopeninin altta yatan nedeni trombositopeninin başlama zamanına göre ilişkilendirilir. Yaşamın ilk 3 gününden sonra başlayan trombositopenilerin > %80’inde altta yatan sebep sepsis veya NEK’dir. Bu klinik durumlarda trombositopeni genellikle 1 - 2 gün içerisinde hızla gelişir çoğunlukla ciddi trombositopeni mevcuttur ve iyileşme birkaç haftayı bulabilir (1). Kemik iliğindeki megakaryosit sayısına göre de yenidoğanlarda trombositopeni sınıflandırılabilir.
Erken başlangıçlı trombositopeni en çok gestasyonel hipertansiyon veya diyabeti olan annelerden doğan veya IUGR olan yenidoğanlarda kronik fetal hipoksiye bağlıdır. Genellikle hafif ya da orta düzeydedir, birçoğunda yaklaşık 10 gün içerisinde kendisini sınırlar. Bu durumda ileri tetkik gerekmez (2). Trombositopeninin nedeni azalmış megakaryopoezisdir. Etkilenen yenidoğanlarda tanıyı kuvvetlendirebilecek başka hematolojik bozukluklar da gözlenebilir (1). Trombosit düzeyi <50 .000="" alloimmun="" an="" beklenmez.="" bu="" durumda="" e="" g="" hasta="" ise="" ml="" mm3="" n="" neonatal="" ok="" olmas="" plasental="" r="" sekonder="" sepsis="" trombositopeni="" veya="" yenido="" yetmezli="">(NAIT) gibi başka tanılar araştırılmalıdır (2). NAÎT olguların <%5’inde görülse de erken trombositopeninin önemli nedenlerinden biridir.